Osmanlı Türkçesi Edebiyatı - 17. Yüzyıl


17. yüzyılda Osmanlı Edebiyatı içerisinde, halka daha dönük bir edebiyat ortaya çıkmıştır. Bu bakımdan 17. asır, Osmanlı Halk Edebiyatının altın çağını meydan getirmiştir. Serpinti ve tesirleri, 18. asır Osmanlı Türk Saray Edebiyatına da ulaşan bu edebiyat sayesinde, Divan şiirinde bile mahallîlik ortaya çıkmış, hattâ devrin Nedim gibi ünlü şâirleri, bu cereyanın içinde türkü bile yazmıştır.
On yedinci asırda Halk Edebiyatı, yine tekke ve saz kolu olmak üzere, ikili bir durum içindedir. Aslında bu durum, Osmanlı Türk Edebiyatının başlangıcından beri var olup, onun bir devamı şeklindedir.

Bu yüzyılın, Tekke Edebiyatı içinde yer alan başlıca şahsiyetleri Âdem Dede (ölm. 1652), Aziz Mahmud Hüdâyî, Niyâzî-i Mısrî’dir. Bu şâirlerin hepsi, bir tarikata mensup olup, şeyhtirler. Onlar, meydana getirdikleri mahfillerde halkı irşâd ve terbiye yönüne gitmişler ve tesirli şiirler söyleyerek, eserler meydana getirmişlerdir. Bunların ilimle uğraşmaları, insanlara doğru yolu göstermeleri, önde gelen meziyetlerindendir.

Âdem Dede, daha çok Mevlevî Tarikatı içinden gelir. Önce Konya’da Bostân Çelebi’nin, daha sonra İstanbul’da İsmâil Ankaravî’nin yanında yetişmiştir. Daha sonra Galata Mevlevîhânesi şeyhi olmuş olan bu Mevlevî Dedesi, zekî, nüktedân, ârif ve hoşsohbet bir sûfîdir. Arapça ve Farsça şiirleriyle klasik edebiyata giren ve Türkçe olan gazelleri mevcuttur. Fakat onun en mühim tarafı, Mevlevîlik içinde hece ile, Yunus tarzında şiirler söylemesidir. Tesiri Şeyh Gâlib’e kadar uzanan Âdem Dede’nin bu itibarla Türk Halk Edebiyatı içinde mühim bir mevkii vardır.

Azîz Mahmud Hüdâyî ise Celvetiye Tarikatının kurucusudur. Şeyh Üftâde’ye intisab etmiş, şeyh olmuş Üsküdar’da kendi adıyla anılan dergâh, devri için ruhanî terbiyenin mihrakı durumuna gelmiştir. Nefâisü’l-Mecâlis ve Câmi-ul-Fezâil başta olmak üzere yirmiden fazla eserinin olduğu bilinmektedir. Devrinin hem aruz, hem de hece vezniyle şiir söyleyen şairleri arasında olup, Dîvân’ı vardır.

Niyâzî-i Mısrî aslen Malatyalıdır. Halvetî Tarikatına mensuptur. Mısır’da tahsil gördüğü için Mısrî denilmiştir. Yunus Emre Ekolüne mensuptur. Hakkında birçok menkıbeler vardır. Arapça ve Türkçe çeşitli eserleri mevcuttur. 1694 yılında Limni’de vefat eden Niyâzi-i Mısrî, Yunus Emre’nin 17. asırdaki sesidir.

Osmanlı Türk saz şairleriyse, bu yüzyılda alabildiğine çoğalmıştır. Muhtelif askerî topluluklar içinden saz şairleri yetiştiği gibi, ülkenin dört bir tarafından pekçok saz şairi çıkmıştır. Bunun neticesi olarak birçok mahfiller teşekkül etmiş, saraydan kahve köşelerine kadar mesirelerde, panayır ve ocaklarda saz şairleri görülür olmuştur. Ayrıca gazel ve murabbâ şekilleri de halk şâirleri arasında rağbet görmüştür. Bu devrede, 1908 yılından sonra gerçekleştiği söylenen iki zümre, konuşma ve yazı dili birbirine ziyadesiyle yaklaşmıştı.

Bu asırda yetişen saz şairleri arasında en önde gelen, şair Karacaoğlan’dır. Güney Anadolu’dan yetişen bu gezgin Türkmen şairi, 16. yüzyılın sonlarından itibaren şöhretini duyurmaya başlamış, 17. yüzyılda ise bu şöhretin zirvesine çıkmıştır. Şiirlerine bakılırsa, onun coğrafyasında bütün bir imparatorluk yer alır. Ancak nereleri gezdiği, nerelerde kaldığı pek belli değildir. Bu zeki ve hisli Türkmen çocuğu, halk zevkinin bütün inceliklerini zorlamış ve konuşturmuştur. Şöhretinin diğer Türk illerinde de yayılması, onun adına efsânevî Karacaoğlan hikâye ve deyişlerini ortaya çıkarmıştır. Şiirinde sosyal meseleler, âdetler, gelenek ve görenekler yer aldığı gibi, sanatlı söyleyişinin, tasvirlere ve mecazlara yer verdiğini belirtmek gerekir. Nerede doğup nerede öldüğü belli olmayan Karacaoğlan, şiirlerinde tabiata mühim yer verir. O bir bakıma, tabiatı ve kadın güzelliğini hareket noktası olarak almıştır.

Gevherî ve Âşık Ömer de devrin kudretli halk şâirleridir. Bunlardan Gevherî, yüksek zümre ediplerine de tesir etmiş bir şöhrettir. Devrinin sosyal hayatına ve cemiyet dâvâlarına fazla ilgi duymayan şair, âşıkâne duygularla söylenmiş şiirleriyle tanınmaktadır. Hattâ gazel söyleyen divan şairleriyle arasında bir uygunluk göze çarpar. Söylediği, koşma, semai, türkü ve türkmanî gibi şiirlerde divan şairlerinin kelime ve kafiyelerine yer verir.

Âşık Ömer ise, muhtemelen Konya’da, bugün Gezlevi şeklinde anılan Gözlevi’de doğmuş bir şairdir. Savaşlara katılmasının verdiği bir halle Rus, Avusturya ve Venedik harplerine ait manzumeler yazmıştır. Zaten o, Dördüncü Mehmed, İkinci Ahmed ve İkinci Mustafa gibi padişahların devrini idrak eden bir şairdir. Gezici bir şair olması, Âşık Ömer’in diğer bir yönüdür. Bütün bunların yanında onun Türk saz şairlerinin üstadı sayıldığı da bir gerçektir. Şiirlerine nazîreler söylenen Âşık Ömer, yüksek zümre şairleri tarafından da üstün tutulmuştur.

Ola Âşık Ömer’in cilvegehî adn-i celîl

mısraından anlaşıldığına göre, 1707 tarihinde vefat etmiştir.

Yine 17. yüzyılda Kuloğlu Kâtibî, Kayıkçı Kul Mustafa, Öksüz Ali gibi halk şairleri yanında Girit’te yetişen ve savaşa katılan Âşık Seyyâhî’yi de saymak gerekir. Ancak Girit Savaşını işleyen Keşfî, Üsküdarî, Yamak, Kul Muslu, Memioğlu, Şahinoğlu ve Mecnûn’u da zikretmek lâzımdır.

Bu yüzyılda Kerem ile Aslı ve Âşık Garip gibi hikâyelerinin teşekkül ettiği; Karagöz ve Kukla oyununun ortaya çıktığı görülmektedir.

On yedinci yüzyılda divan şiiri, devletin duraklama devrine girmesine rağmen yükselmesine devam etmiştir. Bu, aslında, mimarlık gibi, diğer sanat dallarında da kendini göstermiştir. Bu asrın padişahları da şiiri elden bırakmamışlardır. Adlî mahlasını kullanan Sultan Üçüncü Mehmed, şiirlerinde Peygamber efendimize duyduğu derin muhabbet ve saygıyı eksik etmeyen ve Bahtî mahlası ile şiirler yazan Sultan Birinci Ahmed; Fârisî’yi mahlas olarak kullanan Sultan İkinci Osman Han, hep şair hükümdar olarak karşımıza çıkarlar. Asrın büyük padişahı, Bağdat Fatihi Sultan Dördüncü Murad Hanın bu padişahlar arasında mühim bir mevkii vardır. O da şiir söyleyen padişahlar arasında yer alır. Şiirlerine sert tabiatı, heybetli hâli aksetmiştir. Bunu takip eden şair padişah Sultan Dördüncü Mehmed’dir.

On yedinci yüzyılın en büyük şairi Nef’î'dir (1575-1635). Erzurum’un Hasankalesi’nde doğmuştur. Asıl adı Ömer’dir. Şiirinde şimşekler çakan bu şair, kelime seçmede çok mahirdir. Ses yüklü olan mısralarında, ses ve söz arasındaki uyumu sağlayan şâir:

Hem yazar hem tutarım nağme-i kilke âheng

mısraında şiirini anlatmadan geçemez. O, şiirde ses unsuruna değer vermiştir. Ona göre, şiir, mânâ ve söyleyiş bakımından kusursuz olmalıdır. Bu bakımdan divan şiirine heybetli söyleyiş kazandırmış, şiir lisanına kulağa hoş gelen bir ahenk ve ses vermeye muvaffak olmuştur. Onun bir başka hususiyeti, şiirlerinde hicve kaçmasıdır. Bu belki şairin keskin ve ince zekâsının akisleridir. Ancak, hiciv, şairin hayatına mal olmuştur. Kasideciliğiyse bir başka meşhur tarafıdır. Bu vadide, edebiyatımızın en önde gelen siması olup, klasik edebiyatımızda kaside üstadı olarak bilinir. O yerdiği kadar yükseltmesini ve övmesini de bilen şairdir. Onun, Mevlevî tarikatında olması diğer bir yönüdür. 1635'te katledilmiştir. Öldürülmesine:

“Katline oldu sebeb
Hicvi hele Nefî’nin”

Beytinde olduğu gibi hicvi sebep olmuştur. Bu mısra ayrıca onun ölümüne düşürülmüş bir tarihtir. Farsça şiirler de yazan şairin bu dilde bir Dîvân’ı vardır. Diğer eserleri; Türkçe Dîvân’ı ile hicviyelerinin toplandığı Sihâm-ı Kazâ’sıdır.

Şeyhülislâm Yahya (1561-1644), güzel ve zarif gazelleriyle devrin diğer bir divan şairidir. Bu ilim ve devlet adamının aydınlığa açılan hür bir sanat havası vardır. Dîvân’ındaki şiirler 17. asır Türk sanat dünyasının duygu ve düşüncelerini aksettirmektedir. O, asrında, Bâkî ile Nedim arasında bir köprü gibi görülür.

En önemli eseri Dîvân’ıdır. Sâkinâme’si 77 beyitlik küçük bir mesnevîdir. Ferâiz Manzumesi Şerhi, İbni Kemâl’in Nigâristân’ını tercümesi vardır. Fetvâları, Fetâvâ-yı Yahya adıyla toplanmıştır.

Divan şiirinin üstad şâirleri arasında yer alan Nâilî (ölm. 1666), asrın kudretli ve şiirde mânâ derinliğini veren şairlerindendir. Hayatı hakkında fazla bilgi yoktur. Şiirlerine nazîreler söylenmiştir. Bilinen tek eseri, Dîvân’ıdır.

Şeyhülislâm Behâyî (1601-1653), devrin bir başka şairidir. Tâcü’t-Tevârih sahibi olan Hoca Sâdeddin Efendinin oğlu olup, devlet memuriyetlerinde çalışmıştır. Bu şair de şiirinde, asrın diğer şairlerinde olduğu gibi ses güzelliğine düşkündür.

Asrın önde gelen iki Mevlevî şairi Neşâtî (ölm. 1674) ve Cevrî'dir (ölm. 1654). Neşâtî, Edirne’de Mevlevî tekkesinin şeyhidir. Hocalık vasfıyla tanınmış olup, Üstâd-ı Üstâdâne-i Rûmî olarak Esrar Dede tarafından Tezkiresinde zikredilmektedir.

Dîvân’ı eserlerinin başında gelir. Hilye-i Enbiyâ ve Şehrengiz’i vardır. Nef’î tesirinde bir şâirdir.

Cevrî ise Celâleddîn-i Rûmî’ye candan bağlı, derviş, çalışkan ve sanatkâr bir şâirdir. Dîvân’ından başka Hilye-i Çâryâr-ı Güzîn, Aynü’l-Füyûz adlı eserleri de vardır.

Vecdî (ölm. 1660), Fehîm-i Kadîm (ölm. 1648), Nedîm-i Kadîm (ölm. 1670), asrın dîvân sahibi diğer şairleridir. Ancak bu asırda rubaî tarzında, Azmîzâde Haletî’yi anmak yerinde olur. Haletî, ilim yolunu seçmiş, müderris olmuş, kadılıklarda bulunmuş bir şairdir. Rubaîleriyle haklı bir şöhret kazanmıştır. Dîvân’ından başka Sâkinâme’si ve Münşeât’ı vardır.

Yaşı bakımından 18. yüzyılın ilk çeyreğine de taşan Nâbî, 17. yüzyılın terbiye ve tefekkür ekolünü açan şairdir. Asıl adı Yusuf olup, Urfalıdır (Ruha). Şiirlerinde açık fikre ve didaktik bir düşünceye yer vermiştir. Bu itibarla onda bir sâdelik görülür. Rindâne ve sûfiyâne söyleyişe sahiptir. Kadere rızası tamdır. Farsça şiirler de yazmıştır. Dîvân’ı, Hayriyye’si, Sûrnâme’si ve Hadîs-i Erbaîn Tercümesi, manzum; Fetihnâme-i Kameniçe, Tuhfetü’l-Harameyn, Zeyl-i Siyer-i Veysî ve Münşeat’ı mensûr eserlerini teşkil eder.

Bu yüzyılın mesnevî edebiyatında Nev’îzâde Atâyî (1583-1636) ön sırayı işgal eder. Hamsesi Âlemnümâ, Nefhatü’l-İzhâr, Sohbetü’l-Ebkâr, Hefthan ve Hilyetü’l-Efkâr adlı eserlerden meydana gelmiştir. Ayrıca Taşköprüzâde’nin Şakâyıku’n-Numâniyye’sine Hidâyetül Hakâyık fî-Tekmileti’ş-Şakâyık adlı bir zeyl de yazmıştır.

Yine bu yüzyılda Mîrâciye ve Şehnâme’siyle mesnevî edebiyatı içinde görülen Ganizâde Nadirî (ölm. 1626), mesnevî edebiyatı yönünden üstünde durulması gereken bir şairdir. Yukarıda bahsedilen Nâbî de, Hayrâbâd ve Surnâme’siyle bu vadide anılması gereken bir şahsiyettir.

Asıl adı Alâeddin Ali olan, Bosnalı Sâbit, bu asırda Nâbî Mektebi tesirinde kalan bir başka mesnevî edebiyatı şairidir. Dîvân’ı bulunmasına rağmen o, şöhretini mesnevîleriyle yapmıştır. Zafernâme en kuvvetli mesnevîsidir. Edhemü Hümâ adlı mesnevîsi eksik kalmıştır. Derenâme ve Berbernâme adlı mesnevîleri, daha ziyade avâmîdir. Amr-i Leys adlı mesnevîsi ise küçük bir eserdir. Ayrıca manzum olarak ele aldığı bir Hadîs Tercümesi de vardır.

Bu asrın nesrinde ön sırayı işgâl edenler Nergisî (ölm. 1635) ve Veysî'dir (1561-1628). Nergisî mensûr olarak bir hamse (beşlik, beş eser) kaleme almıştır. Eserlerinde hiç alışılmamış ve kullanılmamış kelimelere yer veren Bosnalı Nergisî, bunu bir alışkanlık hâline getirmiş ve söz güzelliğini, sanatlı söylemede aramıştır. Devrin nesir sahasında kurucusu ve öncüsü hükmündedir. Aynı zamanda şiirler de söylemiştir. El-Kavlü’l-Müselleme fî-Gazavâti’l-Mesleme, Kânunü’r-Reşâd, Meşâkk-ül-Uşşâk, İksîr-i Saâdet ve Nihâlistan adlı eserleri hamsesini meydana getirir.

Alaşehirli Veysî de nesirle şöhret bulmuştur. Şiirleri de daha çok devrin içtimaî meselelerine yer vermiştir. Dürretü’t-Tâc fî-Sâhibi’l-Mi’râc adlı siyer kitabından başka Vâkıanâme veya Hâbnâme-i Veysî adlı eserleri vardır. Dîvân’ının dili, nesrine göre açık ve sadedir.

Nesir sahasında diğer şahsiyetlerden biri de Kâtip Çelebi'dir (1609-1660). İstanbullu olan Kâtip Çelebi, hususî hocalar vasıtasıyla yetiştirilmiştir. İlme bağlı ve ilmin zevkini tadan bir şahsiyettir. Cihânnümâ, Keşfü’z-Zünûn, Fezleke ve Mîzanü’l-Hak onun bıraktığı en mühim eserlerdir.

Seyahat edebiyatı içinde yer alan Evliya Çelebi (doğ. 1611), ilmî, edebî ve tarihî bir şahsiyete sahiptir. Nerede ve kaç yaşında öldüğü belli değildir. 10 ciltlik seyahat kitabıyla, Osmanlı Devleti'nin her tarafından bilgiler getirmiştir.

On yedinci yüzyılın nesir sahasındaki diğer şahsiyetleri, tarihî eser yazanlardır. Bunların başında Peçevî İbrahim Efendi (1574-1650) gelir. Târih-i Peçevî adlı eseriyle meşhurdur. Mustafa Nâimâ (1655-1716) ise kendi adıyla anılan Ravzatü’l-Hüseyn fî-Hulâsat-i Ahbâr-ı Hafıkayn adını verdiği tarihini Amcazâde Hüseyin Efendiye ithaf etmiştir. Koçibey de âlim, şâir ve münşîler arasında yer alır.

Asrın kritiğini yapan eserler olarak karşımıza çıkmalarına rağmen, bu asırda görülen tezkireler, 16. yüzyıl tezkirelerine kıyasla aşağıda kalırlar. Nesir sahasında yer alan bu eserlerin başlıcaları; Riyâzî Mehmed Efendinin (1572-1644) Riyâzü’ş-Şuarâ’sı; Kafzâde Fâizî'nin (1589-1622) Zübdetü’l-Eş’âr’ı, Ali Güftî'nin (ölm. 1677) Teşrifatü’ş-Şuarâ’sı; Âsım'ın (ölm. 1676) Zeyl-i Zübdetü’l-Eş’âr’ıdır.

Yine 17. yüzyılın nesir sahasında yazılan ve ihmal edilmemesi gereken eserleri, Mesnevî şerhleridir. Asrın ilk büyük Mesnevî şârihi (şerh edicisi), Ankaravî İsmâil Rüsûhî Efendi'dir. Bostan Çelebi’den hilâfet alan Şârih-i Mesnevî, Galata Mevlevihânesi Şeyhi olmuştur. Rüsûhî mahlasıyla şiirler de yazan Ankaravî’nin, yedi ciltlik Mesnevî Şerhi’nden başka, Câmi-ul-Âyât, Fâtih-ul-Ebyât, Miftâhü’l-Belâga, Misbâhü’l-Füsehâ, Hüccetü’s-Semâ ve Minhâcü’l-Fukarâ adlı eserleri de vardır.

Sarı Abdullah Efendi de (1584-1660), asrın Mesnevî şârihlerindendir. Eserinin adı, Cevâhir-i Bevâhir-i Mesnevî’dir. Ayrıca Nasihâtü’l-Mülûk, Düstûru’l-İnşâ, Meslekü’l-Uşşâk ve Semerâtü’l-Fuâd adlı eserlerini zikretmek gerekir.



.ALINTIDIR.