Başaran bir kişiden istenenler, başardığına pişman eden cinstendir hep. Çocuğu olur insanın, ilkokulda başlarlar yarış atı gibi yetiştirmeye. Yok dersaneler yok sbsler yok okul birincilikleri. Resmiyette 18 yaşında reşit gözükür çocukları, fakat reşit olduğu tek konu soru çözümleri, kısa hafıza teknikleri, sınavlar sınavlar. Hayata dair gerçek reşitliğe tek yaklaştıkları nokta, dört yanlışın bir doğruyu götürmesidir. Onun haricinde geri kalanların tamamı anne babaların "ben senin geleceğini düşünüyorum yavrum" maskesi adı altına saklanmış, yarış atı seyisi kıvamında çalışmalarıdır. Bir çocuk düşünün; daha doğmadan sınava tabi tutulan. Oğlan mı olacak yoksa kızmı ? Diş bulgurunda bile sınava tabi tutulur o çocuk. Kalemimi seçecek kitabımı yoksa annesinin gönlünden geçen, steteskopumu. Bunu hiç bir anne baba çocuk yapmaya yeltendiklerinde düşünmemiştir bile. Akıllarındaki tek şey; aşk ile evlendiği kişiyle beraber sevgilerini doğurabilmektir aslında. Hiçbir anne baba; benim oğlum doktor olsun diye sevişmez aslında. En ilkel, primitif refleksleri vardır doğadaki anne baba gibi. Tıpkı kedide, tıpkı köpekte olduğu gibi. Üstüne titrerler yavrularının, tabii ki burada soyu veya ruhu bozuk anne babaları saymazsak. Korur. Her ne olursa olsun korur. Olay budur zaten, annenin babanın görevi de budur. Ama gel gelelim o kavram, anne babaları hırs makinesine dönüştürmekte çok başarılı oluyor bir zaman sonra. O Türk toplumuna ait ;" elalemin çocuğu" kavramı. O elalemin çocuğu her zaman en iyisini yapar, her zaman başarılıdır, her zaman yenilmez armadadır ve hep elalemin çocuğu hayırlı evlattır, o kazanır. Senin yaptıkların hiç yetmez, hiç tatmin etmez hep senden bir daha fazlası istenir. Bir yerde bulsa bu elalemin çocuğunu, bütün insani duygularınla, parçalamak ister hep o çocuk. Bizim çocuk; görünmez sıfatı "yarış atı"

Hırs; her daim insanı, insani duygularından uzaklaştırmaya yeten bir şey olmuştur. Hırs ile işe başlayan adam, çok şeyler kazanmıştır, çok değerler, unvanlara sahip olmuştur fakat dönüp baktığında, o eski günlerdeki meyhanelere, gidip 2 kadeh atacak, muhabbetin belini kıracak dostu kalmamıştır. Hırs insanı yalnızlığa götüren son model bir arabadır. Götürürken caddelerde en güzel manzaraları, en güzel fiyakaları gösterir. Fakat giderken de, sona geldiğin dede o arabanın hep tek kapısı açılır ve tek başına çeker gidersin bu dünyadan.

Nesillerden nesile aktarılması miras olan bir sevdanın, nesil taşıyıcısıyız hepimiz. Gördüklerini anlatmanın, anlatılanlarla büyümenin esas olduğu bir olgunun çemberi içindeyiz. Beşiktaşlıyız. Yıllardan beridir anlatılanlarla büyümüş, anlatılanları zula yapıp tartıp öyle sevmiş, bir neslin sevdalıları. Bizim mahallelerimizde hep güzel ablalar olurdu. Âşık olurduk çocukken onlara. Platonik sevgileri, o güzel ablalardan öğrenirdik hep. Saçlarının parlaklığı, elbiselerinin buram buram seksilik kokuşu, dekoltelerindeki; gösterir ama vermez, düğme açıklığı. O güzel ses tonlarıyla, o çapkın bakışlarıyla o güzel ablardan öğrendik, platonik aşkları sanırım. Elde avuçta hiç bir şey yoktu, tüm platformumuz mahalle, mahallenin kaldırımları ve mahallenin insanlarıydı. Sonra bir gün apartman kültürünü ortaya attılar. Tüm mahalleyi başta bakkal olmak üzere, hepimizi baltaladılar. Artık ne mahallede sabahtan akşama oyunlar vardı, ne ekmek arası haşlanmış yumurta peynir seansları. Ne de mahalle maçları. Hepsini aldı götürdüler, çok okumuş mühendis emmiler. O canavarlaşan anne babalarda uydu artık bu sisteme. Çocuğu bakkala göndermenin yerini süpermarket arabalarında gezdirme modaları aldı. Çıkıp semtte akşamüstü volta atmanın yerini, aptal aptal alışveriş mağazalarında vitrinlere bakıp gezmeler. Çocuklar, çocukluk yaşamadan ergen olma yarışına girdiler. Çocuklarını sigaradan içkiden esirgeyenler, nasıl bir bağımlılığa sevk ettiklerinin farkında bile değildiler oysa; ilkokul 5 de takdir alırsan sana bilgisayar alırım sözünü verirken. Bunu duyanlar boş dururlar mı hiç, fiyat indirdikçe indirdiler, bir toplumun kültürüne her “hayırlı olsun” da bir darbe daha indirdiler. Artık sabah 6 da uyanıp çizgi film izlemeler yoktu, mahalle maçlarının yerini, pes dedirten dingil oyunlar aldı. Çocuklarının alayı obez, alayı hamburger manyağı oldu. Bunu tamamen bu sistem ve bu sisteme çırılçıplak koynuna giren anne babalar yaptı. Çocukların masum kalabildiği tek nokta; bir takımı tutmalarıydı. Birde hala mailden yazmıyorlarsa, sevgilisine boş bir anına denk getirip vermeyi planladıkları ; sevda mektupları.

Bu çocuklar, Beşiktaş'a direk ulaşmanında kolayını buldular. Yaratılmış sanal ortamın gerçeklerine inandıkları için, sitelerde forumlarda tezahürat yapmaya başladılar. Daha stat önünde tükürük köftesi bile yemeden, yanında o ekşi ayranı içmeden. Daha iç geçirmeden markalı formalara, siyahı beyazı bile beğenmez oldular. Site girişlerinde girmeye hak kazandıklarında, her şeyde hakları var diye düşünmeye başladılar. Baba Hakkıları okumadan, değerlerini bilmeden. Otomatiğe bağlayıp her vefat edenimize; Meqanı ceNNet olsun yazmaya başladılar. Yine bu noktada, futbolu da yarış atı moduna sokanlar oldu. Başarı için her şey mubahlar, lisanslı ürün giymeyen bizden değildir ayakları. Bir girdap yaratıp bütün sevdaları bu girdapta döndürmeye başladılar. Ve bir gün bizim mahallenin asi çocuklarını da bu girdabın içine katmayı başardılar. Yenilince ağlayan çocukların yerini, formayı bir hışımla çıkarıp küfür edenler aldı. Belki masum bir sevdayı içlerinde hala kaybetmemişlerdi ama. O masumluklarından faydalanmaya çalışan provakatif abileri türedi; "bırakın bu polyanacılıkları" diyerekten. Tüm gerçekçi duygularıyla bu sene yazdılar, alenen böyle; "bu takımdan hiç bir bok olmaz". Çocukları da kandırdılar. Kaos yaratıp nemalanmaya çalıştılar. Oysa çocuklar bilmiyor bile kime inandığını, gerçekten Beşiktaşlı oldukları bile şüpheli. Yoksa içten içe Beşiktaş mikserliğine soyunanlarmı. Onuda bilmediler. İnandılar. Hep beraber inandılar, büyük oldular. Büyüdükçe kendilerine futbol eksperi sıfatını daha bir yakıştırdılar. Yok yok olmaz, olamazda dediler, yok sevinmeyiz yenemedik dediler. Dediler, yazdılar, kudurdular o inandıkları provakatif çok bilen abilerini daha bir azdırdılar. Ama ne oldular. 31 mayıs akşamı, hepsi Beşiktaş meydanında patlayan meşaleler misali; poff diye patladılar. Yediler, dedikleri tüm lafları yediler. Çünkü çocuklar açtılar. Şampiyonluğa başarıya, gülmeye. Orada tokatladı içlerindeki masum sevda, o hırslı hayvanı. Çünkü gerçekteki o gözyaşlarını gördüler. Smilelarda duygu anlattıkları forumların boşluğunu bir daha gördüler. Yüzünü gördükleri ağabeylerinin, yaşına başına bakmadan nasıl sevindiklerini gördüler. Ama bu çocukların sevinçlerini, o uyanışlarını yine engellediler. Ekran başına geçtiklerinde, toplarla topuz diye bağıranlarla çocuklara o sevinci unutturmayı başardılar. Bu noktada işin içine akbabalar girdi. 2 ay boyunca yalan yanlış haberlerle göz sağlıklarını, ruh sağlıklarını bozdular. Başarılı olmanın yolunu transfere bağladılar, beyin yıkadılar. Oysa hepsi biliyordu ki başarılı olmanın yolu inançtır. Tüm inandırıcı haberlerle inançlarını körelttiler, sıfatlarını unutturdular kendilerine. Çocuklar inandı, inandı çocuklar. dekoyla kuareşmayla hayali kahramanları getiriyoruz getirmiyoruz deyip hedef gösterdiler hep. Hedefler hep aynı.

Beşiktaş camiasında çakallar çoktur, hatta mikro düzeylere indirdiğimde candida mantarları çoktur. Hep bağışıklık sistemi zayıfladığında ortaya çıkarlar, enfeksiyon yaparlar, leş yerler. Geçen sene sımsıkı taş gibi dimdik derken, nasıl çelikten zincirlerle bağlıydı yürekler; bütün realist abilere karşı.Niye bir halt edemediler, niye her seferinde tükürüp yaladılar. İnanç vardı, inancın gözlere yansıması vardı. Bu inancı şampiyonluktan 3 sonrası kırmaya çalışmak için 4 koldan saldırıp, kartalı 4 kolluya yatırmak istediler. Yalan yazdılar, yalan çıkmayınca kızdılar yuhaladılar. Yalan çizdiler, yalan çizdikleri oynamayınca sinsi sinsi güldüler. Ama bir noktayı göz ardı ettiler. Zincir daha kopmadan, maçın son düdüğü çalmadan inancı bitmeyenleri. Zincir kopsa bile, düdük çalsa bile ağız dolusu küfür etmeyenleri. İlk dakikadan candidalık yapmaya çalışanları ise tarih zaten yargılar, müneccimle yatmayıp müneccimlik yapanlar; yemezler be güzelim

Dedim ya ilk başta tertemiz bir sayfa. Tertemiz bir umut zulası. Ve tertemiz bir tarihle çıktık tekrardan yola. 31 Mayıs 2009 akşamının tadı hala ağzımızda, açlığıda hala başımızı ağrıtmakta. Tertemiz bu sayfada, tertemiz yepyeni inancımızda; bugünlerde hep dünlerden daha fazla. Bir olmayınca hiçbir zaman, birinci olunmaz bu âlemde. Sımsıkı taş gibi dimdik durmadıkça, bu zincir göğüs germez güçlüklere, sövüş olur gider tüm emekler; kaçaktan sofra kurup rakı içenlere. İlk baştan ilk heyecan gibi sımsıkı olmaktan başka çaresi yok, enfeksiyon kapmamanın.

O güzel ablaları vardı ya mahallenin, bir gün olsun bizi öpmediler. Ama hep sevdik biz o ablaları, onlardaki inancı onlardaki gururu sevdik. Düzene yenik düşüp kürkler çantalar için yatmayıp, gönlünde yatan berbere olan aşkıyla cayır cayır yanışını sevdik.

O güzel Beşiktaşımız varya. Her gün bizi güldürmedi, hep ağlatıp güldürdü işte biz kara sevdayı onda öğrendik. Hırs küpü anne babalara eh yeter ulan deme asiliğini, İnönüde barçaya 3 tane çivi çakarken öğrendik.


Tertemiz bir sayfa. Tertemiz bir umut zulası. Ve tertemiz bir tarihle çıktık tekrardan yola. 31 mayıs 2009 akşamının tadı hala ağzımızda, açlığıda hala başımızı ağrıtmakta..

Çöz hadi düğmelerini usul usul hayatın. Tüm benzetmelerini bir yana bırakıp, mecazi yat kucaüına kartalın bu gece. 33 hafta anlatacağı ne hikayeleri vardır sana. Bazen sevinç, bazen kederli.Beraber uyanmak için taçlandırılmış bir mayıs sabahına, sımsıkı sarıl kartala, kene gibi yapış umutlarına. Asla Pes Etme!


YAZAN: FORZA BEŞİKTAŞ YAZARLARINDAN ÖMÜR HINCAL...

Bu Beşiktaşlılıkla ilgili bir yazı fakat ben bunu buraya açmak istedim. İçinde bir yaşam felsefesi, hayata bakışın bir yönü bulunduğu için okumanızı tavsiye ederim...