Vücut Dili: Vücudumuzun da Bir Dili Vardır

Birçok insan kendi vücudunun da bir dili olduğundan habersizdir. Günlük koşuşturma içindeyken ve zihnindeki çözüm bekleyen sorunlarla baş etmeye uğraşırken, vücudunun söylediklerini genellikle duymaz veya umursamaz.

Oysa gün boyu yaptığı etkinliklerden yorgun düşen vücut sık sık serzenişte bulunur. Kendini meydana getiren iskelet ve kas sistemi, sinir sistemi, dolaşım ve sindirim sistemi ya da üriner sistem sürekli zorlama ve baskı altında kaldığında vücut, isyanını önce küçük sinyallerle, sonra ağrı, sızı mesajlarıyla dile getirir. Bunlar da yetmez ise keyifsizlik ve hastalık belirtileriyle sesini yükseltir.

Biz böyle durumlarda genellikle arızalanan makine ve cihazlarımıza yaptığımız gibi hemen bir tamirciye gider (doktor, hastane vs) veya elimize geçirdiğimiz araçlarla (ilaç vb.) arızayı tamir etmeye yelteniriz.

Vücudumuzun asıl isteği bu tür yaklaşımlardan ziyade, onun isyanına neden olan koşulların değiştirilmesi veya iyileştirilmesidir. Yani rahatsızlığı yaratan asıl nedene odaklanmamızdır. Örneğin: çok yorulmuşsa dinlenmesi, üşümüşse ısınması, acıkmışsa doyması, susamışsa su içmesi, uykusuzsa uyuması, sıcaktan bunalmışsa serinlemesi, sinirlenmişse sakinleşmesi, bağışıklık sistemi zayıflamışsa güçlendirilmesi, olumsuz duygu ve düşüncelerle cebelleşmekteyse bunlardan arınması gerekir.

Aslında vücudumuzun zorluklara direnme ve ayakta kalma isteği o kadar güçlüdür ki doğa ona hem kendini tamir etme hem kendini yenileme gücü vermiştir. Bir dokumuz yaralanırsa o bölgede hemen bir yenilenme (regeneration) başlar.

Vücudumuzun az bilinen bir gücü de kendini iyileştirme gücüdür.

Bu gücü harekete geçirmek için telkinlerden, inançlardan, olumlu duygu ve düşüncelerden hatta zaman zaman plasebo* ilaçlardan yararlanılır. Kişi vücudundaki bu olağanüstü cevherin varlığının farkında olur, korkuları ve endişeleri ile yüzleşebilirse uykusuzluk, çeşitli spazmlar, yüksek tansiyon, iktidarsızlık, frijidite, kalp krizi, inme, sedef hastalığı, manik depresyon, hatta kanser gibi birçok amansız hastalıkla bile baş edebilir.

Bu öyle büyük bir güçtür ki belki de modern tıp bu kadar gelişmeden önce insanlık bu güç sayesinde hastalıklarına ve dertlerine çare buluyordu.

Bugün biraz da küçümseyerek incelediğimiz ve hala yaşayan birçok küçük insan topluluklarında, ekvator bölgesinde varlığını sürdüren ilkel kabilelerde büyücülüğün asıl amacı insandaki bu gücü açığa çıkarmaktır. Keza biz onaylamasak da muskaların, okuma ve üflemelerin, kocakarı ilaçlarının çoğu ve günümüzde koskoca bir sektöre dönüşen vitamin, mineral ve doğal diyet destekleyicilerin (nutritional supplements) iddia edilen fonksiyonlarının yanında insana bu iyileştirme gücünü ve moralini vermesidir.Kişi bunların kendisini iyileştireceğini düşünür, bir yandan vücudunu hoş tutar ve hastalığı ortaya çıkaran nedenleri azaltır veya ortadan kaldırır, bir yandan bunların yan etkileri olmayan (yediği diğer doğal besinlerden daha fazla bir riski olmayan ) türlerini tercih ederse yararlarını görebilir. Gördüğü bu yarar, almaya başladığı bu maddelerin gerçekten işlevsel olup olmamasından öte kendi vücudundaki iyileştirme cevherini harekete geçirmesinde yatmaktadır. Kişinin hayata tutunmak için bağları güçlü ise, yaşama küsmemiş, yaşamaktan bıkmamışsa, hala yapacak şeyleri, umudu, hayalleri, idealleri, istekleri, hazları, peşinden gideceği tutkuları varsa bunların hepsi içindeki iyileştirme gücünü tetikler.

1960’li yıllarda gösterilen Alcatraz Kuşçusu filminde yıllarca Alcatraz Hapishanesinde yatan ve penceresine konan hasta bir kuşu tedavi ederek kuş hastalıklarına ilgi duyan mahkum zamanla herkesin saygı duyduğu bir kuş uzmanına dönüşür.
Bir gün hapishanede kendisinin onaylamadığı bir isyan çıkar. Bu isyanda koğuş komşusu olan mahkum yaralanır.


Yanına gidip yarasına pansuman eder ve yatağına yatırıp,koğuşuna döner.
Sabah yemeğini veren gardiyan ona koğuş komşusunun öldüğünü bildirir. Arada bir sohbet ettiği mahkumun ölmesine üzülür ve ‘aldığı yara ölümüne neden olacak kadar ağır değildi. Özgür olacağına dair bir umudu kalmadı ve içindeki yaşama isteği tükendi’ der.

Kişinin yaşama isteği kalmamışsa içindeki iyileştirme gücü ve bağışıklık sistemi bundan büyük zarar görür. Gardı düşer, pes eder.

Kıskançlık, açgözlülük, aşırı hırs, haset, nefret, öfke, kin, intikam, acı, sıkıntı, keder, üzüntü, iç çatışması, suçluluk, korku, endişe, pişmanlık, sürekli karamsarlık gibi olumsuz duygu ve düşünceler kademe kademe zihnimizden vücudumuza akar ve uyum içinde çalışan sistemlere ve organlara zarar verir. Bu olumsuzluklar yerli yerinde dururken ilaçlardan medet ummak yeterli olmaz. Öncelikle bunlardan kurtulmanın yollarını dışarıda değil kendimizde aramalıyız.

Şifa Kendimizdedir
Arada bir durup vücudu dinlemek, onun söylediklerine kulak vermek hastalıkları önlemede etkili bir yoldur.Vücudumuzun herhangi bir yerinde ağrı, sızı varsa hemen bir ilaç alıp onu susturmak yerine ‘acaba vücudumuz bize ne demek istiyor’ diye dikkat kesilmemiz gerekir. Örneğin: Merdiven çıkarken dizlerimiz ağrıyorsa büyük bir olasılıkla şunu demek istiyordur.’Son günlerde çok kilo aldın. Bu kiloyu taşımakta artık zorlanıyorum.’ Gece uyurken horlamamız, reflümüz, apnemiz varsa ‘bak yine çok yedin, çok alkol ve sigara içtin, üstelik geç yedin, bunları sindirmeden yattın. Olacağı buydu’ diye serzenişte bulunuyordur. Velhasıl vücudumuz bizimle sürekli iletişim halindedir. Kimi zaman sms’den daha etkili mesajlar gönderir, kimi zaman dikkatimizi, olmadı kulağımızı çeker. Bazen azarladığı bile olur. ’Ben sana terliyken soğuğa çıkma, giyinirken dışarıdaki sıcaklığa göre giyin, soğukta ince, sıcakta kalın giyinme demedim mi ?’ der. Daha bunun gibi neler söyler neler.

Zihnimiz ve vücudumuz bir bütündür. Bu bütün hasta olduğunda onu bir makine gibi hemen tamire yeltenmemeliyiz.
Çünkü bir yeri tamir edelim derken zihin ve bedenden oluşan bu olağanüstü bütünlüğün uyumunu bozarız.
Ona yaklaşımımız böyle ‘neyse parasını veririz’ kolaylığında olmamalıdır. Bütün canlıların ve insanın bedeni olağanüstü bir uyumla çalışır. Bu uyum dışarıdan yanlış müdahalelerle bozulmamalıdır. Bu yanlış müdahale bazen bir ilaç, bazen cerrahi bir girişim, bazen fiziksel, biyolojik veya kimyasal bir zorlama olabilir. Bu işlere kalkışmadan önce çok araştırmalı, çok titizlenmeli, kılı kırk yarmalıyız. Daha da önemlisi vücudumuzla gayet uyumlu bir ilişki kurmalıyız. Onun inlemelerine değil fısıltılarına bile kulak kabartmalıyız.

Çünkü o bir gün hapşırırsa, biz hemen nezle oluruz.

*Placebo nedir: farmakolojik olarak etkisiz, fakat telkine dayalı ve plasebo etkisi olarak da bilinen tedavi etkisini ortaya çıkaran bir tür ilaçtır. Vücuda ağız, burun veya enjeksiyon yolu ile verilebilir. Aslında plasebonun fiziksel anlamda tedaviye yönelik bir gücü yoktur. Sahip olduğu tedavi gücünü tamamen hastanın verilen ilacın "işe yarayacak" ilaç olduğunu düşünmesinden alır. Plasebo tıbbın bilimsel olarak açıklayamadığı bir yöne "insanların istemeleri halinde kendi kendilerini iyileştirme gücü"ne yöneliktir. Tıbbi olarak kurtulma olasılığı zayıf görülen bir çok hasta, basitçe ölüm istatistiklerine girmekten bu güç sayesinde kurtulmuş, tıbbın çözüm bulamadığı kanserin tedavisinde çoğunlukla, yüksek moral ve iyileşme azmi olmuştur. İşte plasebo yeterince azmi olmayan fakat tıbben tedavisi de bulunmayan hastalıkların "bu ilaç sana çok iyi gelecek ama senin de çabalaman lazım" sözleri ile pazarlanan çaresidir. Bazı zamanlar ise hiçbir hastalığı bulunmayan ama doktor kapıları aşındıran "Hastalık Hastalarının" tek reçeteli ilacıdır. Plasebo gayrı resmi yazışma dilinde ve halk arasında yararlı tıbbi içeriği bulunmadığını ifade etmek için bazen "şeker hapı" olarak da adlandırılır. (kaynak: Vikipedia)


.alıntıdır.