Genç yazar Tuna Bahar, “Petunya” adlı romanında aynı evde yaşayan bir rock müzik grubunun yirmili yaşlardaki elemanlarının birbirleriyle diyaloglarını, geçmişlerini, müzik gruplarını var etme çabalarını ve hepsinden de önemlisi varoluşa dair düşüncelerini satır aralarına gizlenmiş felsefi, edebî ve sanatsal göndermelerle aktarıyor.

Rock kültüründen bir hayli nasibini almış olan yazarın sahip olduğu felsefe birikimini bu kültürle harmanladığı kurgusu, aynı evde yaşayan ve hepsi de üniversite öğrencisi olan Alper, Enlal ve Tunç’un müzik grubuna, henüz bu kültür içinde çaylak sayılabilecek Begüm’ün katılmasıyla başlıyor. Ancak, rock kültürünün dinamizminde olaylı bir kurgu bekleyenleri şaşırtan bir tempoda ilerleyen roman, olaylar değil, durumlar çerçevesinde her bir karakterin kendini, çevresini, dünyayı, kısacası varoluşu sorguladığı içsel monologlarıyla bezenmiş. Söz konusu dinamizm ve hareketlilik ise bu monologların içine yedirilmiş; hayaller, öfkeler, toplumsal idealler, ara sokaklar, şiir misali şarkı sözleri, gerçeklikten daha gerçek filmler…

Kısacası “Petunya”, hayatının bir aşamasında bu kültüre temas etmiş ve varoluşu sorgulamış herkesi hayatının kültleriyle buluşturan düşündürücü bir ilk roman.



Kitabın içinden

Yaratıma dair: “…Oysa yazmak Tanrı’nın işidir. Tanrı’nın mesleğine özenen her insan kutsallığa ulaşmak istemektedir. Yazar olan Tanrı ile yazar olan insan arasındaki en temel fark da budur: Yazar olan Tanrı, çok okunmayı önemsemez ama yazar olan insanın en önemsediği şey çok okunmaktır! Müzisyen olan insanın ise kutsallık gibi bir derdi yoktur. Bu yüzden istedikleri gibi nota bulup, gam yaratabilirler. Göğün yedinci katında yaşayan bu adamlar da müziğin genleriyle oynamaya devam edebilirler…”

alıntı