Allah’a inanan bir kız inanmayan bir erkeği sevebilir mi? Severse ne olur? Mehmet Eroğlu, 'Fay Kırığı' üçlemesinin ikinci kitabı ‘Emine’ ile aşk, inanç, evlilik üzerinden Türkiye'yi anlatmaya devam ediyor.

Mehmet Eroğlu, iki yıllık bir aranın ardından Fay Kırığı üçlemesinin ikinci kitabı ‘Emine’ ile okuyucusu ile buluşuyor. İlk kitabında zenginlik ve yoksulluk temasını işleyen ve ‘Kuran kapitalizm ile bağdaşır mı?’ diye soran yazar, bu romanında bu sorunun cevabını aramaya devam ederken iki farklı inançtaki insanın aşkını da sorguluyor. Aşktan evlilik kavramına geçişte farklılıkların bir ilişki üzerinde bıraktığı izleri irdeliyor.

Romanın arka fonunda 2000’lerin Türkiye’si var, ana ve yan karakterler ise yolda yürürken belki de hepimizin karşısına çıkabilecek insanlar. Eroğlu, son romanı ‘Fay Kırığı Emine’yi ntvmsnbc’ye anlattı.

Üçlemenin ikinci kitabıyla karşımızdasınız. Üçlemenin adı neden Fay Kırığı?
Bu kitap bir üçlemenin ve sürecin son kitabı… Bir üçleme yazma fikri ilk defa 2002 yılında ortaya çıktı. O zaman etrafa bakınca ülkenin hali üçe bölünmüş bir durumu gösteriyordu. Birinci fay hattı, en önemlisi ve ne yazık ki çok göz ardı edilen yoksulluk ve zenginlik, bütün meselenin özü bu, böyle bir krizin etrafında ikiye ayrılmıştı. Diğer önemli bir kırık Türk – Kürt meselesiydi, ta 1985’ten ama şiddetli olarak 1990’lardan bu yana devam eden. Üçüncüsü de Laik – Müslüman kutuplaşmasıydı. Bence romanlar bugün için değil daha çok gelecek için yazılıyor insanı anlatıp o insan nasıl bir dekorun önünde, ya da nasıl bir sahnenin üzerinde bunun da belirgin olması iddiası var, öyle olunca tabi ki toplumsal olaylar da önem kazanıyor.
Haberin devamı ↓reklam

Kitap Emine’yi merkeze alarak ilerlese de olayları yine Mehmet’in gözünden görüyoruz. Fay Kırığı serisinin Türkiye’nin temel sorularını ele alacağını belirtmiştiniz. Bu kitabın meselesi, sorusu nedir?
Kitabın birkaç meselesi var. Birkaç konu üzerinde yoğunlaşıyor. İlk olarak çok mümkün olmayan bir aşkı anlatıyor; İki ayrı dünyaya ait, bir kadınla bir erkeğin bir şekilde ortaya çıkan aşklarının nasıl sürdüğü ve nasıl sonuçlandığını anlatıyor. Yani aşk üzerine sorular var. Diğeri iki ayrı dünya dediğimiz yani laik – Müslüman diye ikiye böldüğümüz bu kamplardaki insanların birbiriyle yaşayabilmeleri, beraber yaşayabilmeleri. Bir aşkı büyütmeleri mümkün mü değil mi, bu soruyu araştırmaya çalışıyor.

Onun ötesinde Müslümanlığın bir zenginlik dini mi olduğu çünkü günümüzde Müslümanlık liberal kapitalizmi savunan batıyla uyumlu sistemle bütünleşmiş bir İslam sunuluyor. ‘Peygamberimiz zengini sever kendisi de tüccardı’ gibi şeyler deniyor. Gerçekten böyle midir? Bunun tam tersini söyleyen aslında Müslümanlığın paylaşımcı sosyal sorunları çözme sorunları çözme iddiasında olduğunu söyleyen hem Türkiye’de hem de dünyada insanlar var. İşte bu sorunları da tartışmaya açmaya çalışıyor roman. Bana sorarsanız esas sorunsalı şu: “Aşk inançtan büyük müdür, değil midir?”

“Aşk inançtan büyük müdür?” derken roman boyunca Mehmet karakterini okurken aşk sorgulaması görüyoruz. Romanda aşk ve inancın karşı karşıya geldiği bölümlere de şahit oluyoruz. Karakterler bir inanç sorgulaması yaşıyor mu?
İnanç meselesi Mehmet’ten çok Emine’nin sorunu. Yani inanç derken şunu kastediyorum; Emine aşık olmakla ailesi ve çevresiyle bir anlamda köprüleri atmış oluyor. Yani onu oluşturan ortaya çıkan bütün sosyal geri planı ve inancını riske atmış oluyor. Bu anlamda inançtan büyük mü? Allah’a inanan bir kız inanmayan bir erkeği sevebilir mi? Severse ne olur? Mehmet ise tanrı inancını yıllar önce savaşırken yitirmiş. O da savaş gören bir insanın tanrıya inanması zordur diyor. Böyle bir açmaz gözüküyor ortada…

'AYRI DÜNYALARI YAN YANA GETİRMEK KOLAY DEĞİL'
Emine’nin içinde de bir savaş ve gelgitler var… Evliliklerinde yoğun olarak görüyoruz bunu.
İki ayrı dünyayı, bu kitapta anlatılan ayrı dünyaları yan yana getirmek sanıldığı kadar kolay değil. İnsanlar arasındaki en güçlü bağ aşk bile bu sorunları çözmek için yeterli olmuyor. Çünkü aşk hallediyor da evlilik aşktan farklı bir şey. Evlilik bir kurum. Kurumu olduğu zaman çerçeveye başka unsurlar giriyor. Aşk iki kişinin arasında kalan bir şey, aşkta bir sorun yok ama evlilikte bir sorun var.

Romanda “türban” da ele alınıyor. Türban bir metafor mu yoksa bir unsur mu?
Türban bir simge… Mehmet için türban bir başka dünyaya ait kişiyi simgeliyor öte yandan Mehmet türbanı pek sorun etmiyor hatta romanın belli bir yerinden sonra karısını dışarıda türbanla gördüğü zaman şaşırıyor. Çünkü içeride türbansız ve başka bir doğal ve kendi kişiliği ile görüyor. Kapak da onu yansıtmaya çalışıyor. Çok sevdiğimiz bir varlığı her zaman bütünüyle kavramak ve bütünüyle görmek isteriz. Türban bunu engelliyor. Yani ilk başta Emine’yi bir bütün olarak kavrayamıyor.

Bir nevi türban Emine’nin sınırı…
Evet, sınır ve bir nevi mahremiyeti… Onun daha ötesine geçmesine izin vermeyen bir perde, limit ve sınır. Öyle bir durum oluşuyor. Bir de tabi ki giz ve merak. Erotik bir tarafı da var. Sevdiğiniz kadını tamamen kavrayamamanıza neden oluyor…

'EMİNE’Yİ DRAMATİK YAPAN ARADA KALMIŞLIĞI'
Romanda Emine sınırları ve çelişkileri olan bir karakter. Bir yanda inancına sığınıyor öte yanda Mehmet’e “Eşit miyiz?” diye soruyor. Emine’nin ikilemleri bize ne anlatıyor? Emine ilginç bir karakter daha doğrusu güçlülüğü ve zaafları ile tam bir karakter. Çok şablon tip değil. Önce diğer kardeşleri ele alalım. Kardeşlerden Yakup bütün olayı başlatan karakter, onu üçüncü romanda göreceğiz. 1994’te asteğmen olarak bu beş kişi Şemdinli’de beraber bulunuyorlar. Cenk, Yakup, Prof, Altan ve Mehmet.

Altan’la Yakup bir operasyon sırasında bir nedenden dolayı tartışıyorlar ve Altan da Allah hakkında ileri geri konuşuyor. Ondan sonra kendi timini alıp bir yere geçiyor onun arkasından Yakup da aynı yerden geçiyor ama Yakup geçerken ayağının altında bomba patlıyor. Yakup yıllarca Allah’a karşı koyan birini cezalandırmak yerine Allah niye onun ayağının altında patlattığını çözmeye çalışıyor. Ta ki Hasan Hoca ‘’Aslında en değerli varlığın başkalarının kul hakkını gözeten insan olduğunu’’ söyleyene kadar. O zaman Altan’ın sendikacı işçiler yoksullar için çalışan biri olduğunu anladığı için onun ne kadar değerli olduğunu anlıyor ve kararını veriyor: Tanrı bizim gibi sürekli ibadet edenlerden çok kul hakkını göz edenleri gözetiyor diyor ve bütün servetinden vazgeçiyor ve bütün olayı başlatan bu.

Diğer kardeş Muti ise diğer zengin çocuklarına imrenen ama etrafında sınırlar olan bir çocuk bundan çok şikayetçi. Paranın tadını çıkarmak istiyor ama yasaklar var… Diğer iki kız kardeşten Fatma aslında tam dindar sofu bağnaz ve buna rağmen dinin saf özünü içinde taşıyan biri. O kadar coşkulu ki mücahit diye din uğruna savaşmış bir erkekle evlenmek gerekir diye bir sahtekârla evlenerek kendini feda ediyor. Ama yine de bir içeriği var. Bunlara baktığımızda en az içerikli olan Emine. Çünkü arada. Ne ablası gibi ne ikiz kardeşi gibi... İkisinin arasında bir yerde duruyor. Onu da dramatik ya da trajik bir roman kahramanı yapan özelliği…

Romanda Emine ve Fatma’nın yanı sıra başka kadın karakterler de var. Üçlemenin ilk kitabında Mehmet, Emine ve Simin’i iki farklı ucu karşılaştırıyordu. Simin bu kitapta da karşımızda özellikle de saldırgan tavırları ile öne çıkıyor…
Saldırganlık birçok şeyden oluşur ama en çok korkudan oluşur. O da güçlü olmaya çalışıyor kendi değerleri var ama aşkla çok yıpranmış. Yer yer hedonist egoist… İyi ve kötü olur mu, kötü. Zaten Cenkle Simin kendilerini kötülükten yaratmış insanlar. Öteki kahramanların da daha çok belirginleşmesini sağlıyorlar.

Romanda birkaç yerde Atıf Yılmaz’ın “Gece Melek ve Bizim Çocuklar” filmi geçiyor. Filmin konusu ile kurgu arasında bir paralellik var mı?

Bununla ilgili şaşıracaksın belki ama o filmi çok seyretmek istedim ama bir türlü beceremedim. Hep erteledim seyretmeyi. Bu işler biter bitmez ilk yapacağım şey filmi seyretmek. Bu da ilginç bir durum… Yıllardır seyredeceğim diyorum ama bir türlü olmuyor. Yoksa oradan neler çıkardı bilmiyorum doğrusu.

KİTABI BİRKAÇ SAATTE OLUŞTURUM, ÖNCE SONUNU YAZARIM
Üçleme farklı sorulara odaklanıyor. Romanınızın iskeletini yazmadan oluşturuyor musunuz yoksa öykü mü kendi yazgısına karar veriyor?
Her kitap bir sorudan, bir durumdan ortaya çıkıyor. Soruyu belirledikten sonra otururum bütün kitabı oluştururum. Düşünce faslı herhalde birkaç saat sürer. Ardından oturup 2-3 sayfa yazarım o da birkaç saat sürer ve o kitap biter. Örneğin en aşağı 4-5 romanımı yüzerken yazdım. 70 dakikada yüzerken. Kabaca kahramanlar bu şu olacak bu olacak şunu anlatıyorum sorunu şu olay böyle şöyle bir akış şeması var. Çoğu romanımın önce sonunu yazarım. Sonunu bilerek başlarım. Sonu bilmeden başlarsanız çok dağılır ve sarkar, iç örgüsü sağlam olmaz. Bütün bu üçlemeyi yazıp bitirmeden önce bu 600 sayfaya yakın öteki 300 sayfaya yakın öteki de bir 500-600 olur. 1500 sayfayı yazmadan önce bu üçlemenin sonunu yazmıştım. Onun tümünü biliyorum şimdi. Bu bana sağlam bir kurgu yapmak hem de anlamsız yerlerle sapmama olanağını veriyor… Bazı edebiyat eleştirmenleri hatta roman bir şey anlatmaktır olay anlatmaktır diyor. Eğer olay anlatacaksınız sağlam bir kurgunuz olması lazım, detaylarınızın olması lazım. Örneğin bu romanda bir patlama sahnesiyle Yakup’un ayaklarını kaybettiği sahne ile ilgili atıflar var. Eğer yazacağım 3. Romanı kurgusal olarak bitirmemiş olsam bu romanın içinde de birçok yeri eksik bırakmış olurum. Çünkü hep geçmişe yazılmamış kitaba yapılmış atıflar var…

Kitapta zaman zaman didaktik bölümler yer alıyor…
Müslümanlıkla ilgili bölümlerde var çünkü söylenen şeylerin önemli bir kısmını ben söylemiyorum. Hasan Hoca’nın ağzından aslında onlar daha önce söylenmiş sözlerin bir araya getirilmesi. Bir de din adamları didaktik, vaaz vererek konuşuyorlar. Bu karakterin özelliği, din adamı ama gerçek hayattaki bazı söyleri tekrarlıyor.

Üçlemenin son kitabını Rojin’i ne zaman göreceğiz?
Sanırım daha bir iki senesi var. O geçmişe dönecek. 1993- 1994 yıllarında Doğu’yu anlatacak. Orada tamamen savaş anlatılacak. Çok kolay değil. Bu arada bitmiş romanım var, sanırım arada o basılacak.
nyv