Hülya Okur'un röportajı

Demokrat Parti Genel Başkanı Namık Kemal Zeybek, Hülya Okur'a konuştu. İşte söyleşiden bazı çarpıcı başlıklar:

“Onunla tanışmak; yetenekte sınıf atlatarak siyah kuşak sahibi yaptı beni, onunla tanışmak, siyasetin bekaretini, saflığını koruyabildiğine dair bir örnekti ve kırmızı kuşağım da oldu. Ayrıca onunla tanışmak, uyku ile uyanıklık arasında gidip gelen ülkelerden biri olmadığımızı hatırlatan bir alacakaranlık kuşağıydı benim için. Size de hakiki bir belgesel kuşağı kalsın istedim bu röportajla.

Uzaktan baktığımda asla karartılamayacak bir bulut, yanına vardığımda sözleri gibi ağızda eriyen bir pamuk şekeri, hayat hikayesini dinlediğimde içinde gezmeye korktuğum bir pamuk tarlası. Kanının sıcaklığını hissettiğim bu lider, kökü göklerde, dalları aşağıda olduğu için kolayca dokunabildiğim bir tuba ağacıydı benim için. O yüzden dağ gibi koca bir ağacın bir çekirdekte nasıl saklanabildiğine şaşırmayın. Alın elinize gözlerinizi ve tek satırını atlamadan siz de şahit olun. Namık Kemal Zeybek sizlerle….”

“TEK KİMLİK, HASTALIKLI GELİŞMEYE NEDEN OLUR”

Bilincinizin oluşturduğu ilk kimliğiniz, ailenize bağlılık bilinciniz, Zeynepoğulları, Çalık, Kitre, Salyazı, Bayburt, İslam’ın Ali ve Ehlibeyt yolu, toplumculuk, ülkü ocaklılık ve sonsuzluk boyutundaki kimliğiniz….Sizi tanımaya nereden başlamalıyız?

İnsanların bir kimliği olmaz. İnsanlar tek hücreli olmadıkları gibi tek kimlikli de değildirler. O yazımda saydığım kimliklerin dışında da bir çok kimliğimiz vardır. İnsanın ortak kimliği bu kimliklerin birleşmesinden meydana gelir. Dolayısıyla ben bu kimliklerinden birinin tek kimlik haline gelmesini, hastalıklı bir gelişme olarak görürüm. Mesela insan, millet olarak Türk milletine mensup olur, ben de öyleyim, Türküm ama eğer insan, insan olduğunu unutursa bu sefer şovanizm denilen bir sapma meydana gelir ve bu sapma;”Her şey Türklük için, Türk tarafından Türk’e göre, bir Türk için dünyayı yakarız” gibi sağlıklı olmayan bir takım söylemlere sebep olur. Ya da ben insanım dersiniz, sadece kendinizi insanlık ailesinin bir parçası gibi görüp, benim için hiç fark etmez, derseniz, bu da kendi halkınıza yapmanız gereken görevleri yapamaz duruma düşürür sizi; fırsatçı, kendine tapan, kendinden başka hiç kimseyi düşünmeyen bir insan haline getirir ama bütün bunların dengeli olarak bir insanda bulunması, en sağlıklı olanıdır. Ben Zeynepoğulları denilen bir ailenin üyesiyim. Zeynepoğulları içinde de Celalettin ve Fatma Zeynek’in oluşturduğu 4 çocuklu bir ailenin ferdiyim, ona da mensubiyet diyorum, sonra kendi oluşturduğum ailem var…bu şekilde saydığımız zaman insanın bir çok kimliğinin olduğunu ve bunun da tabii olduğunu söylemeye çalıştım.

“BABAM BENİM BAŞÖĞRETMENİMDİ”

Birini diğerinden ayırmayız ama Milliyetçilik sizi tanımlayan kavramlar arasında çok öne çıkıyor. Yahya Kemal’in, Milliyetçiliğimizi ona borçluyuz” dediği Ahmet Yesevi’den mi geliyor bunu sormak istiyorum. Guevara' nın bir sözü var: “Yağmur komünisttir; çünkü herkese eşit yağar. Rüzgar ise kapitalisttir, zayıf olanı yıkar” Siz, kapitalizmi insan onuruna, komünizmi insan yapısına aykırı görüyorsunuz. Bir ortaya yol bulmak için mi milliyetçiliği, toplumculuğu seçtiniz?

İnsanlar, yetişme dönemlerinde seçimlerini bilinçli olarak yapamazlar. En azından ben bilinçli olarak yaptığımı söyleyemem. Doğrudan kararları ben verdim ve böyle bir seçim yaptım, demek durumunda değilim. Tabi ki etkilendiğimiz insanlar oldu, en başta da babam. Babam bir öğretmen çünkü. Okuyan bir insan ve hala da öyledir, benim baş öğretmenimdir. Ben, Bayburt’un Titre köyünde doğdum, büyüdüm, 10 yaşına kadar da, köyümün dışında birkaç köy dışında bildiğim bir yer yoktu. Babamın etkisi çok, babamın evindeki kitapların etkisi çok. Babam, milliyetçi diye tanımlanabilecek bir insan. Tabi ki o da bir çok kimliği şahsında birleştirdi ama milliyetçiliği ön plana çıkmış bir insan. Sözgelimi, bana, ‘Büyüklük Zaferleri’ kitabını verdi, bunu oku, bana anlat, dedi. Büyüklük Zaferleri kitabını okuduğunuz zaman ondan milli bilinç almanız tabi bir şeydir.

“MİLLİYETÇİLİK BABAMDAN, TOPLUMCULUK YOKSULLUKTAN GELDİ”

Toplumculuk meselesine gelince, Bayburt’tan çıkıp, Ankara’ya geldiğimiz zaman, imkanlarımız azaldı, orada hem maaşı vardı babamın, hem de tarlalarımız, ev hayvanlarımız(sütümüz, yoğurdumuz, arılarımız, ballarımız) vardı, köyün en imkanlı ailelerinden biriydik ama Ankara’ya geldiğimiz zaman 200 lira maaş alan bir öğretmen, bunun 75 lirası ev kirasına gidiyor, 125 geçinmek için kalıyor ve 4 çocuk, sonra babam da okumaya(ki annem 5 çocuk okutuyorum derdi) başladı. Böyle bir yerde yaşayan insanın kendi yaşadığı hayattan etkilenmemesi mümkün değildir. Gecekonduda oturan bizler ile, apartmanlarda oturanların arasındaki yaşama farkı, bizler için rahatsız ediciydi, 150 gr kıymaya para yetmediği için evdeki kese kağıtlarını kardeşlerim sattı, benim ayakkabımda 3-4 tane yama vardı, varlıktan yoksulluğa geçtik. Çevremizdeki insanların da böyle bir hayat sürmesi neticesinde, yoksulların meselesi, benim meselem oldu. Fikri olarak, milliyetçiliği babamdan alırken, yaşadığımız şartlardan ötürü de içimde toplumculuk duygusu gelişti. “Bir şeyler yanlış, buna çözüm bulmak lazım”duygusu gelişti.

“BEN YERDE GÖRDÜĞÜM KAĞIDI ALIRKEN, KARDEŞİM DEMİR GÖRSE CEBİNE KOYARMIŞ”

Sonraki dönemlerde Ahmet Yesevi ile tanıştım, çok kitap okumaya başladım, annem der ki, biz iki kardeşiz, benden bir yaş küçük kardeşim Ekrem ve benim için, yeni yürümeye başladığımız zamanlar:”Sen yolda bir kağıt görsen, alır bakardın, kardeşin de demir görse alır cebine koyardı” diyor. O, Elektronik Mühendisi oldu. İkimiz aynı şartlarda yaşamış bir ailenin parçasıyız ama onun ve benim fıtratımızda başka şeyler varmış. Ben Kültür Bakanı olduğum zaman, telefon açtı bana, “Abi, ben ne yapacağım” dedi, “Nasıl yani?” dedim, “Ben ihaleye girdim, Atatürk Kültür Merkezinin elektrik işini aldım, şimdi sen Bakan oldun, orası da sana bağlı, ne olacak şimdi?” dedi, Dedim, ne düşünüyorsun? “İşi bırakmayı düşünüyorum, dedi, bırak o zaman dedi, ve bıraktı. Bu kadar da dürüst bir adamdır. Benim görevimden önce ihaleyi almasına rağmen, ağabeyine söz gelmesin diye bıraktı işi.

“İDEALİM OLİPİYAT ŞAMPİYONU, YAŞAR DOĞU İDİ”

Ama iyi de yapmış çünkü ağabeyi, Yesevi Yolu’nda “Emek kutsal, sömürü haram”dır sözünü benimsemiş biri. Belki de bu yüzden siyasette sermaye yoğun değil emek yoğun çalıştınız. Sizi bunca yıl siyasette tutan şey neydi?

Ben siyasete 13 yaşında karar verdim. 13 yaşıma kadar niye insanlar Başbakan olmak ister ki diye düşünürdüm. Ve o zamanki idealim Yaşar Doğu idi. Olimpiyat şampiyonu idi. “Ben de onun gibi olacağım” dedim. Okumak istemiyordum, babamdan korktuğum için ders çalışıyordum, ortaokul son sınıfa kadar böyle geldi, ondan sonra fikri meselelere uyanınca, “Türkiye’yi düzeltmek lazım, düzeltmek için de Başbakan olmak lazım” dedim ve hala da öyle diyorum.



“ DEMİREL’İ MİLLİYETÇİ OLARAK DÜŞÜNMEZDİK”

Evet Genel Başkanlık değil Başbakanlık hedefiniz….Siz, 70’lerde MHP’de, 80 sonrasında ANAP ve DYP’de siyaset yaptınız. ANAP’a, Türkeş’in görevlendirilmesi ile gittiğinizi söylemeniz uzun yıllar tartışıldı. Öyle olması bugün hangi açılardan hayırlı oldu?

Ben, ANAP’a Türkeş’in görevlendirilmesi ile gittiğimi söylemedim. Siyasi bilince ulaştığım zaman, lise yıllarımda, Demokrat Parti ile CHP arasında siyaset bölünmüştü, babam Demokrat Partiliydi, daha doğrusu o dönemde milliyetçiler, Demokrat Partiliydi, sol-sağ kavramları yoktu, sonra ihtilal oldu, Demokrat Parti kapatıldı, Adalet Partisi kurulunca, Adalet Partili oldum ben ve gençlik kollarına girdim. Gençlik kollarında aktif olarak da bulundum, 1965’e kadar. 65’teki anlayışımızla biz, Adalet Partisinin milliyetçi olmaktan çıktığını düşündük, biz Sadettin Bilgiç’i tutuyorduk, onun kadrosuyduk, onun emrindeydik. O zaman Demirel’i Milliyetçi değil diye düşünüyorduk, halbuki ben tanıyınca gördük ki, bizim gibi Milliyetçi. Hatta ben Adalet Partisinden ayrılıp, Cumhuriyetçi Köylü Millet Partisine geçtiğimi görünce de, çok üzülmüştü. Bana bir şey demedi ama annem vasıtasıyla iletti, ilişkimiz öyleydi.

“3 YIL MHP’LİLERİ EĞİTTİM”

Sonra ben 10 yıl Kaymakam oldum. Sonra Müsteşarlığım var. Benim MHP’de siyasi bir görevim hiç olmadı. MHP’de milletvekili ve Bakan olmadım. Ancak müsteşarlık dönemimde, MHP’nin Gümrük Tekel Bakanlığında Gün Sazak Bakandı. Gün Sazak beni müsteşar olarak aldı ve o dönemde benim MHP’lileri eğitmek gibi bir görevim de vardı. 3 yıl da onu yaptım. Ülkücülere, kendi inançlarımı anlatma çabası içinde oldum. Yani 78-79 ve 80 yıllarında bunu yaptım ve bu yüzden de tutuklandım ve yargılandım.

“12 EYLÜL’DE 33 AY PAKLANDIKTAN SONRA AKLANDIM.”

Tutuklanan gençlere soruyorlardı:”Sizin hocanız kim?”-Namık Kemal Zeybek. Ne anlatıyor? -Ahmet Yesevi. O zamanki savcı Nurettin Soyer idi, demiş ki, ikisini de tutuklayın. Bir üst teğmen varmış yanında, o anlattı bana, -Efendim birisi öldü, demiş. Hangisi öldü, demiş. –Ahmet Yesevi öldü. –Ötenini yakalayın, demiş. Biz öteki olarak tutuklandık. Ama tabi isnat edilen başka, benim seminer notlarım okundukça yargıçlar da şaşırıyorlardı. Ben, “İnsanlarla münakaşa bile etmeyin” yazmışım. Ahmet Yesevi’yi Yunus Emre ile, Mevlana ile, Hacı Bektaş-ı Veli’yi anlatırken terörden söz edilebilir mi? Tabi ki aklandım. Ama 33 ay paklandıktan sonra aklandım.

“TÜRKEŞ İLE YOLLARIMIZ HAPİSHANEDEYKEN AYRILDI”

Sonra bizim yollarımız rahmetli Türkeş ile hapishanede ayrıldı. O dönemde Türkiye’yi çağdaş dünyaya ulaştıracak bir parti olarak gördüğüm için ANAP’ı destekledim. Türkeş, Milliyetçi Demokrasi Partisi’ni destekliyordu. Ben ise ANAP’ı destekliyordum, oradan bir defa farklı içtihat aramızda oluştu. Çıkınca da beni çağırdı ama gitmedim onun partisine. Hatta bana Başkanlık teklif etti, gel yönet, dedi. Hayır, dedim ve yolları ayırdık. Yol ayırmak, içeride başlamıştı zaten. 80 öncesi de başlamıştı da, o zaman da bazı şeylere farklı bakıyorduk ama yollarımızı ayırdık.

Devamı : https://bit.ly/pZOFDO