Ayrımcılık ve Özürlüler
Mehmet Ergün
Sosyal Çalışmacı
Başbakanlık Özürlüler İdaresi Başkanlığı
ÖZET

Günümüzde özürlüler hâla sosyal dışlanmışlık ve ayrımcılıkla karşılaşmaktadırlar. Çeşitli araştırmalar özürlülerin toplum içinde ayrımcılıkla yüz yüze kalmaya devam ettiklerini göstermektedir. Kişisel ve ortak çabalar da istenilen gelişmelerin uzağında kaldığı için her gün milyonlarca özürlü ayrımcılıkla karşı karşıya kalmaktadır. Toplumun özürlülerle olan ayrımcılık problemi kaynağının, cinsiyet ve ırkçılık ayrımcılığı gibi bireysel düzeyde veya kurumsal uygulamalarla da meydana geldiği söylenebilir. Özürlülük ayrımcılığa neden değildir. Ayrımcılıkla mücadelenin amacı; eksiklikleri olan kişileri özürlü hale getiren sosyal dışlanmanın yok edilerek düzeltilmesi ve güçlendirilmesi, böylece özürlüleri sosyal politikalar ve uygulamalar açısından yetkin hale getirerek toplumsal yaşama katılmalarını ve bütünleşmelerini sağlamaktır.

Anahtar Sözcükler: Özürlülük, ayrımcılık, insan hakları

GİRİŞ
Özürlüler yaşadıkları toplumlarda bir çok olumsuz tutum ve davranışla karşılaşabilmekte, ülkelerin gelişmişlik düzeyleri farklılıklar gösterse de toplumların özürlülere karşı tutum ve davranışları benzerlikler göstermektedir. Ekonomik, sosyal ve siyasî yapı bozuklukları, toplumların bilgi eksikliği, yetersizliği, aldırmazlığı, yanlış yaklaşımları, olumsuz tutumları, ayrımcılık ve fiziksel çevre koşulların yetersizliği özürlülerin sıklıkla karşılaştıkları engellerdir. Özürlülerin toplumlarda karşılaştıkları en önemli engellerden biri de onların üretici bireyler haline gelmelerini engelleyen tutumlardır. Çalışma yalnızca gelir getiren bir olgu olmayıp aynı zamanda özürlü bireyin toplum içindeki konumunu da belirlemektedir. “Bireyin sosyal statü sahibi olması ve topluma tam katılımı, tüketici olmaktan çıkıp üretici olmasına bağlıdır. Bu üretkenlik özürlü insanlarımızın psikolojik durumları nedeniyle ayrı bir önem taşımaktadır. Özürlüleri toplumun dışına iten, onları üretici yerine tüketici yapan, sosyal bütünleşmelerini engelleyen en önemli sorun ise özürlü ayrımcılığıdır” (Aytaç, 2000).

Özürlü ayrımcılığının ortadan kaldırılabilmesi için başta özürlüler olmak üzere toplumun tüm kesiminin çabası gereklidir. Bu anlamda “ülkemizde evrensel anlamda var olan ayrımcılık karşıtı hareketin içinde özürlülük olgusu bulunmaz ve bunu hiçbir özürlü örgütü de temel sorun olarak görmezse de gerçekte temel sorun budur. Toplumla bütünleşme, olumlu ayrımcılık adı verilen bu düşünce kalıplarının yok edilmesi ile sağlanır. Toplumsal tarihi incelediğimizde, biyolojik ve kültürel farklılıkların, toplumsal davranışı belirleyen düşünce kalıplarında, her zaman bir ayrımcılığı beraberinde getirmiş olduğu görülür. Ayrımcılığa karşı oluşan toplumsal hareketlerde bile, bir tür ayrımcılık ideolojisi karşımıza çıkar. Bu en tipik varlığını dilsel anlatımda bulur. Dışlama-aşağılama kavramlarının, içeriksel tanımları; ırkçılık-cinsiyetçilik ideolojilerinde keskin bir görünüme sahiptir” ( www.cagridogan.com).

KAVRAMSAL YAKLAŞIM

İnsanlar; bedensel, zihinsel ve duygusal yönlerden eşit olmayan bir yapıya sahiptirler. Eşitsizlikler baştan varoldukları için yapılabilecek iki tercih vardır; biri toplumsal çabalarla doğal eşitsizliği azaltmak, diğeri, bunun aksine, herkesi eşit olmayan niteliklerine göre ödüllendirmek. Geleneksel aydınlanma düşüncesi, insanın kamusal, aktif ve rasyonel oluşunun altını çizerken, bireyleri bir aktör olarak değerlendirir. Günümüzde ise bireyler bir aktör olarak değil, kendi kimlikleriyle tanınmaya başlamışlardır. Bugün modernitenin ve toplum kavramının eleştirilmesi ayrıca bireyler hakkında daha fazla düşünmeye başlanmasıyla, modern sosyal teoriler, bireyleri fazlaca vurgulayan düşünme yollarını göstermeye başlamışlardır.

Birey rasyonalizasyon adına topluma feda edilmiş veya insanî değerlerden arındırılmıştır. Kimlik; rol, sosyal statü, norm ve anlamlarla farklı grup ve sınıflara bölünürken, farklı söylemlerin ortaya çıkışıyla, bireyler bünye ve zekâlarına göre, bilimsel bir sınıflamaya indirgenirken aynı zamanda “şeyleştirmeye” tâbi tutulurlar. Deli, hasta, özürlü, vb. gruplarda toplanır. Özürlülere ilişkin olumsuz tutum ve davranışların geçmişi tarih kadar eskidir. “Eski çağlarda özürlülere ilişkin olumsuz algı ve yargılar (onların şeytan ve aşağı varlıklar oldukları, vb. inanışlar) yüzünden özürlüler katledilmişlerdir (Henderson & Bryan, 1997).

Günümüz toplumlarında ise genellikle özürlü insanların kendi sorumluluklarını üstlenemez ve bunları istese de yerine getiremez düşüncesi yaygındır. “Bu durum, özürlü bireyin kendi sorunlarını çözebilmesini ve toplum içerisinde bağımsız bir birey olmasını engellemektedir. Gerçekte ise bireyi özürlü durumuna getiren özrün kendisi değil, toplumun özürlüye tepkisidir. Ayrıca bu türden bir toplumsal tepki özürlü bireylerin bağımsızlığını sebepsiz şekilde reddeden bir adaletsizliğe neden olmaktadır” (Oliver,1990). Özürlülere karşı olumsuz tutum ve yargılar, genellikle özürlü olmayan diğer bireylerin özürlülerle iletişim kuramamasından kaynaklanmaktadır. “Bunların başında da onlarla yakın temasta bulunulmaması, nasıl ilişki kurulabileceğinin bilinmemesi, haklarında gerçekçi ve bilimsel bilgilerle donanımlı olunmaması, özürlüyle birlikte olmanın getirdiği sorunlarla nasıl baş edileceğinin bilinmemesi, destek hizmetlerinin eksikliği gibi nedenlerden söz edilebilir. Bu nedenlerden kaynaklanan sorunların giderilmesine bağlı olarak özürlülere ilişkin tutumların değiştirilmesi mümkündür” (Yıldırım ve Dökmen, 2004).

Toplumun özürlülerle olan problemlerin kaynağının “ırkçılık ve cinsiyet ayrımcılığı gibi, bireysel düzeyde olduğu ve kurumsal uygulamalarla meydana çıktığı da söylenebilir” (Oliver,1990). Bireysel ve kurumsal uygulamalar da özürlüleri toplumun dışına iterek onları diğerlerinden ayırır. Bu ayrıştırma damgalama ve marjinalleştirme olarak karşımıza çıkar.

“Damgalama; bireyin onur kırıcı bir tutumla karşı karşıya kalma sürecidir” (Goffman,1965). Damgalanmış bireyin hayatının merkezindeki sorunu kabul edilmedir. Marjinalleştirme ise; bireyin sosyal hayatın dışında kalma sürecidir. Bu durum özürlü bireyi etkili bir şekilde “vatandaşlık, kaynaklar, eğitim, çalışma, ev edinme vb. konularındaki yaşamlardan reddeder” (Williams, 1998). Marjinal birey sosyal hayatın idarî ve ekonomik işleyişinden dışlanır, kişinin kendi hayatı üzerindeki otoritesi elinden alır.

Damgalama ve marjinalleştirmenin her biri eksikliği olan bireyi sosyal hayatın dışına iter ve insanları özürlü hale getirir. İkisi arasındaki önemli farklılık, damgalamanın genellikle birebir ilişkilerin yaşandığı aile, arkadaş çevresi, komşular ve iş yerindeki samimî gruplarda kendiliğinden meydana gelen “bireysel ve resmî olmayan bir yapıda olmasıdır” (Michener & Delamater, 1999).

Marjinalleşme ise; bürokrasi gibi, samimî olmayan “resmî ve kendiliğinden meydana gelmeyen” (Michener & De Lamater,1999) ilişkilerin yaşandığı daha ikincil bir çevrede ortaya çıkar. Ayrıca marjinalleşme, bireyin içinde yaşadığı toplumdaki ekonomik ve idarî ilişkilerine de yansır. Bu yüzden “marjinalleşmiş bir dünyada nitelikli ve mesleklerinde yeterli olanlar özürlerinden dolayı geri çevrilirler” (Hunt, 1998).

“Özürlülüğün sorunları açısından ayrımcılık bağlamlı yaklaşımlar öncelikle özürlülük konusunda var olan kurumsal yapılardan kaynaklanmaktadır. Modernliğin kurum temelli mantığı özürlülük konusunda ciddî bir ayrımcılığı belirleyecek bir yapının ortaya çıkmasını sağlamıştır. Bu durum ayrımcılığın kurumsallaştırılması olarak nitelendirilebilir” (Aysoy, 2004). Bu anlayış ve tutumlar nedeniyle özürlü bireyler toplum içinde hak ettiği yeri alamaz, dışlanarak “şeyleştirmeye” bağlı olarak yaşamlarını sürdürmeleri istenir. Şeyleştirme veya ötekileştirme de diyebileceğimiz bu durum kurumsal yapılarla da desteklenir.

Özürlü bireylerin yanı sıra toplum içinde yetersiz insanlar da bulunmaktadır. Bunlar marjinal gruplardır ve toplumun bu gruplara adaletli yaklaşımı gereklidir. Empati ile bu grupların toplum içinde hangi sorunlarla karşılaştıklarını anlamamız gerekmektedir.

AYRIMCILIK SORUNU

Özürlüler alanındaki tartışmalar içerisinde sıkça rastladığımız, “insan hakları kavramı” da gelişim süreci itibariyle bu değişikliklere işaret etmekte ve gelişimin bugün vardığı son nokta ile de yeni siyasal alternatifler sunmaktadır. Başta bireylerin salt insan olmalarından kaynaklanan ve hiçbir kurum ya da kişi tarafından bireylerin mahrum edilemeyeceği, siyasal ve bireysel hakları ilkeleştiren kavram, sonraları ekonomik, kültürel ve bireysel, kimisinde ise ekonomik, kültürel ve sosyal hakların vurgulandığı bir çok bildirge ile geliştirilen kavram bugün artık üçüncü kuşak haklar olarak tanımlanan “dayanışma hakları” çerçevesinde tartışılmaktadır ( Birinci Özürlüler Şûrası,1999).

Türkiye Felsefe Kurumu başkanı Prof. Dr. İoanna Kuçuradi “bir tane insan hakkı ihlâli vardır, o da kişiye farklı davranmaktır” demektedir. Gerçekten insanlara çeşitli durumlarından dolayı farklı davranmak yalnızca ayrımcılık değil, bu durum aynı zamanda insan hakları ihlâlidir.

Ayrımcılık, her şeyden önce bir insan hakları konusu, insan haklarına yönelik temel bir saldırı olduğuna göre daha başka bir çok ihlâlin ortaya çıkmasına da neden olmaktadır. Bireyin kendi hayatını kontrol etme hakkını ve yeteneğini kullanması insan olmanın temel, tanımlayıcı özelliklerinden biridir. Bu özellikleri engelleyen ayrımcılık bir insan hakları ihlâli olduğuna göre, ayrımcılık tanımı nasıl yapılabilir?

BM İnsan Hakları Komitesi, 1989 yılındaki 37. Oturum’unda yaptığı 18 No’lu Genel Yorumu’nda ayrımcılığa ilişkin şu tanımı geliştirmiştir; “KomiteSözleşmelerde kullanılanayrımcılık teriminin ırk, renk, cinsiyet, dil, din, politik ya da diğer görüşler, ulusal ya da sosyal köken, mülkiyet, doğum ya da diğer statüler gibi herhangi bir zemin üzerine dayandırılan, ve bütün hak ve özgürlüklerin eşit ölçüde bütün bireyler tarafından tanınmasını, kullanılmasını veya yararlanılmasını kaldırma veya zayıflatma amacına sahip, herhangi bir ayırma, dışlama, kısıtlama veya üstünlük tanıma olarak anlaşılması gerektiğine inanmaktadır” ( U.N. Human Rights Committee ,1989).

Avrupa Konseyi’nin de, Avrupa İnsan Haklarının ve Temel Özgürlüklerin Korunması Sözleşmesine Ek 12 nolu Protokolü benzer bir ayrımcılık tanımı yaparak, ayrımcılığı genel olarak yasaklar. Protokol’daki tanımda; “Kanunda öngörülen haklardan yararlanma, cinsiyet, ırk, renk, dil, din, siyasî veya başka görüşler, ulusal ya da sosyal köken, ulusal bir azınlığa mensubiyet, servet, doğum veya başka bir statüden kaynaklanan herhangi bir nedenle ayrım yapılmaksızın sağlanır. Hiç kimse herhangi bir kamu otoritesi tarafından, yukarıda sayılan gerekçelerle ayrımcılığa tâbi tutulamaz” demektedir ( Council of Europe, 2000).

Ayrımcılıkla mücadele konusu, sosyal dışlanmayla mücadelesi ile de yakından ilgilidir. En fazla sosyal dışlanma tehlikesi altında olanlar; farklı kökenlere sahip kimseler, kadınlar, yaşlılar ve özürlülerdir. İşsizlik, alkol ve ilaç bağımlılığı, fiziksel veya zihinsel özürlülük, ailede rolün azalması vb. nedenler de toplumsal dışlanmaya sebep olabilmektedir.

MEVZUAT
İnsan onuruna yaraşır ve toplumla kaynaşan yaşam biçimi özürlülerin en doğal hakkı ve devletin görevidir. Devletin özürlüler ve özürlülük konusunu, eğitsel ve örgütsel yönleriyle bir bütün olarak ele alması insan haklarının bir gereğidir.

Ülkemizde özürlülerle ilgili mevzuata baktığımızda Cumhuriyet Dönemi’nde toplumun refahını ve insan değerini ön planda tutan bir düşüncenin varlığı ve sosyal hukuk devleti anlayışı içinde, eşitlik ilkesi çerçevesinde, özürlülerin kanunlar karşısında tüm vatandaşlara tanınan kanunî hak ve görevlere sahip oldukları ifade edilmiş, çıkartılan çeşitli Anayasa ve yasalarda özürlüleri koruyucu hükümler yer almış, çıkartılan özel yasalarla da özel eğitimleri, çalışma hayatına katılımları ve sosyal yardımlardan yararlanmaları güvence altına alınmıştır (Aytaç, 2000).

Anayasamız, temel ilke olarak her türlü ayrımcılığı yasaklamaktadır. 07.11.1982 tarih ve 2709 sayılı Kanun ile kabul edilen TC Anayasası’nın 10. maddesi; “herkes dil, ırk, renk, cinsiyet, siyasî düşünce, felsefî inanç, din, mezhep vb. sebeplerle ayrım gözetilmeksizin kanun önünde eşittir” demektedir.

26.09.2004 tarih ve 5237 sayılı Türk Ceza Kanunu’nun 122. maddesi ise, “kişiler arasında dil, ırk, renk, cinsiyet, siyasî düşünce, felsefî inanç, din, mezhep ve benzeri sebeplerle ayırım yaparak;

a) Bir taşınır veya taşınmaz malın satılmasını, devrini veya bir hizmetin icrasını veya hizmetten yararlanılmasını engelleyen veya kişinin işe alınmasını veya alınmamasını yukarıda sayılan hâllerden birine bağlayan,

b) Besin maddelerini vermeyen veya kamuya arz edilmiş bir hizmeti yapmayı reddeden,

c) Kişinin olağan bir ekonomik etkinlikte bulunmasını engelleyen kimse hakkında altı aydan bir yıla kadar hapis veya adlî para cezası verilir” hükmüne yer verilmiştir.

01.07.2005 tarih ve 5378 sayılı “Özürlüler ve Bazı Kanun ve Kanun Hükmünde Kararnamelerde Değişiklik Yapılması Hakkında Kanun’un” 41. maddesi ile, Türk Ceza Kanunu’nun 122. maddesinin birinci fıkrasında geçen “dil, ırk, renk, cinsiyet,” ibaresinden sonra gelmek üzere “özürlülük” ibaresi eklenmiştir.

5378 sayılı Yasa ile özürlülere yönelik politikaların temel esasının ayrımcılıkla mücadele olması hedeflenmiştir. Söz konusu “özürlülük” ibaresinin eklenmesi, Avrupa Birliği Komisyonu’nun ayrımcılık yapılamayacak konuların, hepsinin adının açıkça yazılmasının özellikle gerekli olduğunu belirtmesi açısından da önemlidir.

22.5.2003 tarihi ve 4857 sayılı İş Kanunu’nun 5. maddesi ile “iş ilişkilerinde dil, ırk, cinsiyet, siyasal düşünce, felsefî inanç, din ve mezhep ve benzeri sebeplere dayalı ayrım yapılamayacağı” belirtilmiştir. Ancak Direktiflerde geçen yaş, özürlülük, etnik köken ve cinsel tercih terimleri maddede açıkça yer almamış, yalnızca ve benzeri sebepler şeklinde ifade edilmiştir. Avrupa Birliği Komisyonu ise, ayrımcılık yapılamayacak konuların tek tek hepsinin adının açıkça yazılmasının özellikle gerekli olduğunu vurgulamaktadır.

Ayrıca Kanunda, doğrudan ayrımcılık, dolaylı ayrımcılık ve taciz kavramlarının tanımları yer almamaktadır. Kanunda ayrımcılığın yasaklandığı alanlar “iş ilişkisinde” ibaresiyle belirtilmiş, Direktiflerde tek tek belirtilen tüm alanlar meslekî eğitim ve mesleğe giriş dahil sayılmamıştır (Ünver ve Bardak, 2003).

Türkiye ile Avrupa Birliği arasında Tam Üyelik Müzakeresi’nin 3 Ekim 2005 tarihinde başlaması nedeniyle, Direktiflere tam uyum konularının tekrar gündeme gelmesi beklenmektedir.

AVRUPA BİRLİĞİ VE AYRIMCILIK

Avrupa Birliği tarafından ayrımcılıkla mücadele alanında çıkarılan iki Direktif bulunmaktadır. Bunlardan birincisi; “Irk ve Etnik Kökene Bakılmaksızın Kişilere Eşit Muamele Edilmesi İlkesinin Uygulanmasına İlişkin” ( Implementing the Principle of Equal Treatment Between Persons Irrespective of Racial or Ethnic Origin) 2000/43/ EC sayılı Direktif. İkincisi; “İşe Alma ve Meslekî Açıdan Eşit Muamelenin Sağlanması İçin Genel Bir Çerçeve Kuran” ( Establishing a General Framework for Equal Treatment in Employment and Occupation ) 2000/ 78 / EC sayılı Direktif’dir.

Her iki Avrupa Birliği Direktifi’nde doğrudan ayrımcılık, dolaylı ayrımcılık, taciz ve mağduriyet kavramları yasal olarak tanımlandıktan sonra, özürlülük, ırk, etnik köken, din, inanç, yaş ve cinsel tercihe dayalı ayrımcılık yasaklanmış ve eşit muamele ilkesi getirilmiştir.

Direktiflerde doğrudan ve dolaylı ayrımcılık yapılması, tacize ve ayrımcılık yapılmasının yasaklandığı alanlar şunlardır;

1-Faaliyet alanı ne olursa olsun meslekte yükselme dahil, profesyonel hiyerarşinin her kademesinde seçilme kriterleri, işe alma koşulları dahil istihdam edilme koşulları, kendi namına çalışma veya bir mesleğin icrası.

2-Pratik iş tecrübesi dahil meslekî rehberlik, meslekî eğitim, ileri meslekî eğitim ve yeniden eğitimin bütün türlerine ve her düzeyine erişim.

3-İşten çıkarma ve ücret dahil, tüm istihdam ve çalışma koşulları.

4-İşçi, işveren veya üyeleri belli bir mesleği icra edenlerden oluşan meslek örgütlerine, üyelik ve bu örgütlerden edinilen menfaatler dahil olmak üzere, söz konusu örgütlerde faaliyet gösterme hususlarında kamu organları dahil, kamu ve özel sektördeki tüm kişilere uygulanmaktadır ( Council Directive, 2000).

Ayrıca 2000/ 43/ EC sayılı Direktifin 3. maddesinde, ırk ve etnik kökene dayalı olarak işyerinin dışında gerçekleşen diğer ayrımcılıklar da yasaklanmaktadır. Bu alanlar:

1-Sosyal güvenlik, sağlık ve sosyal koruma.

2-Kamuya açık alanlarda, sosyal konutların sağlanması, halka açık hizmet ve mallara erişim.

3-Eğitim sistemi ve içeriği (eğitim sisteminin organizasyonu, müfredatın içeriği vb).

4-Kamu otoriteleri ya da özel sektör kuruluşları tarafından sağlanan ekonomik ve kültürel nitelikteki ödemeleri ya da kolaylıkları içeren sosyal avantajlar ( Council Directive, 2000).

2003 Avrupa Özürlüler Yılı
2003 Avrupa Özürlüler Yılı hakkında 3 Aralık 2001 tarihli Konsey Direktifi özürlü bireylerin ayrımcılığa karşı korunmalarını ve toplumda özürlülük algılarının olumlu bir tutum kazandırılmasını hedeflemiştir.

Avrupa Özürlüler Yılı’nın hedefleri şunlardır;

1-Özürlü bireyleri ayrımcılığa karşı korunma ve haklarından tam ve eşit bir şekilde yararlanmaları konusunda bilinçlerin arttırılması,

2-Avrupa’da özürlü bireyler için eşit fırsatların sağlanmasına dair tedbirlerin tartışılmasını teşvik etmek,

3-Yerel, ulusal ve Avrupa düzeyinde başarılı uygulamalar ve etkili stratejiler konusunda tecrübelerin karşılıklı aktarılmasını teşvik etmek,

4-İlgili tüm taraflar arasında (hükümet, sosyal taraflar, STÖ’lar, sosyal hizmetler, dernekler, gönüllüler, özürlü bireyler ve aileleri) işbirliğinin geliştirilmesi,

5-Özürlülük konusunda iletişimin geliştirilmesi ve özürlü insanlar için olumlu bir imajın oluşturulması,

6-Özürlü bireylerin heterojenliği ve özürlülük çeşitleri konusunda bilincin arttırılması,

7-Özürlü bireylerin karşılaştığı çeşitli ayrımcılıklar konusunda bilincin arttırılması,

8-Özürlü gençlerin ve çocukların topluma tam anlamıyla dahil olabilmeleri ve özürlü gençler ile özürlülerin eğitimiyle ilgili olanlar arasında işbirliği sağlamak amacıyla eğitimde eşitlik hakları konusunda bilince özel bir önemin verilmesi (Council Directive, 2001).

Özürlülerde fırsat eşitliğin sağlanmasının yanı sıra, ayrımcılıkla mücadele, çok yönlü bir stratejiyi gerektirir. Özürlüler bakımından vatandaşlık, hükümetleri onların ayrımcılılığa ve marjinalleştirilmeye uğramamalarını sağlamakla yükümlü kılan bir bağ olarak anlaşılmakta ve bu yükümlülüğün, yaptırımlarla desteklenen ayrımcılık karşıtı yasalar çıkartılarak hukuksal bir yapıya kavuşturulması gerekli görülmektedir.

SONUÇ

Doğdukları andan itibaren fiziksel, zihinsel ve duygusal farklılıkları, sosyal politika uygulamaları ve düzenleme eksiklikleri dolayısıyla başkalarının yapabildiği birçok konudan mahrum bırakılan özürlülerin bu durumlarını azaltabilmek adına yasal düzenlemeler yapılmıştır. Pozitif ayrımcılık adına, işe uygun insan bulmanın yanında iş yerini de insana uydurma prensibi benimsenmiştir. Bu düzenlemelere göre; işverenler özürlü çalışanlarına doğrudan ya da dolaylı olarak ayrımcılık yapamazlar. Özürlülerin çalıştığı alanlarda yapacakları iş, onların fiziksel yetkinlikleri dahilinde olmalıdır bu bağlamda çalışma yerinin özürlü çalışanlar için uygun olarak düzenlenmesi gerekir ( www.ntvmsnbc.com/news/). Ancak özürlülerin çalışma yaşamlarında ciddî ayrımcılık sorunları henüz aşılamamıştır.

İnsan yaratıcı olma gücü ve yetenekleri ile toplumun bir parçasıdır. Bedensel ve zihinsel özürlülerle, sağlıklı insanlar arasında sosyal hak ve görevler açısından bir fark bulunmamaktadır. Ancak bu kişiler vücudun önemli fonksiyonlarını yerine getirirken güçlükler yaşamakta, başkalarının yardımına veya gerekli alet, araç ve gereçlere ihtiyaç duymaktadırlar. Normal kişi ile özürlü kişi arasında meydana gelebilecek bazı ayrıcalıkları ortadan kaldırmak ve onları toplumla kaynaştırmak, sosyal devletin önemli görevleri arasındadır (Aytaç,2000).

Özürlü Hakları Hareketi’nin başladığı ve geliştiği ülkelerin başında gelen Amerika Birleşik Devletleri’nde de özellikle özürlülerin çalışma yaşamında ayrımcılık görülmektedir. 1990 yılında onaylanan Amerikan Özürlüler Yasası (The American with Disability Act) özürlüleri iş ayrımcılığına karşı korumaya yönelik bir anlaşmayı da içermesine karşın, Kennedy ve Olney’in (2001) araştırmaları bu konuda sıkıntının ciddi boyutlarda sürdüğünü göstermiştir, yetişkin özürlülerin yüzde 10’unun ayrımcılıkla karşı karşıya kaldıkları anlaşılmaktadır (Yıldırım ve Dökmen, 2004).

Ülkemizde özürlülere yönelik birçok hizmet ve yeniliğin geliştiği ortadadır. Özürlülerle ilgili bugüne kadar yaşama geçirilmiş uygulama ve ilerlemelere rağmen, özürlülerin durumlarını geliştirme ve toplumda eşit birey olmalarını sağlama yolunda yapılması gereken bir çok şey bulunmaktadır. Siyasî irade özürlülerin eşit birer vatandaş olmaları yönünde uzun dönemli eylem planları yapamaz ve bunları uygulamaya dönüştüremez ise özürlüler alanında çıkartılan yasalar ve düzenlemeler yetersiz kalacaktır. Özürlülere eşit fırsatlar tanınmasına ilişkin yükümlülükler yaşama geçirilirken özürlü bireylerin de özürlü hakları ve ayrımcılıkla mücadelede kendi organizasyonlarının liderlik yapmaları etkin olarak bu mücadelenin içinde yer almaları gerekir. Toplum içinde özürlüleri normalleştirmeye çalışmayan, bunun yerine değişim ve eşitlik mücadelesinde özürlüleri lider yapacak program ve planlamalarda özürlülerin de sorumluluk ve görev almaları gerekir.

Günümüzde özürlülük politikalarının, bireyin fiziksel veya zihinsel sınırlılıklarını birincil sorun olarak görmeyen ve bireyin sosyal yaşama ve emek pazarına katılım potansiyeli ile, özürlü bireylerin insan haklarına saygı gösterilmesi üzerinde odaklaşmayı tercih eden bir hareket noktasına doğru ilerlemekte olduğu görülmektedir.


Kaynak: T.C. Başbakanlık Özürlüler İdaresi - Bilgi İşlem Dairesi Başkanlığı